Türkiye Ekspres Haber | Son Dakika | Güncel Haberin Adresi

Medeniyetin Hafızası: Amida ve Diyarbakır/3

KÜLTÜR SANAT

Kraliçe Daralı Meryem’in Kayboluşu: Yeraltının Kalbi

Şehrin üstü kadar altı da gizemlerle doluydu. Amida, şarkılarını kalbiyle söyleyen bir şehirdi. Kraliçe Meryem; o güne kadar söylenen bütün şarkıları ezberlemişti. Belli zamanlarda burçlara çıkar şarkılar söyler, geçmişin kokusunu içine çeker, geleceğin düşünü kurardı. Şehrin saçlarını örer, çocuk gülüşlerini çoğaltır, düğünlerde zılgıtları harmanlar, gözlerine sürme çekerdi her sabah,

Ve o anlarda, surların taşları bile nefes alırdı. Gözle görülmeyen ince bir titreşim yayılır, Dicle’nin kıyısında unutulmuş bir efsanenin kapısı aralanırdı. Meryem, sesini kente değil; yeraltında dolaşan o eski yankıya bırakırdı. Çünkü Amida’nın altında, her adımda bir çağrı, her boşlukta bir tarihsaklıydı.

Kimi zaman tünellerden hafif bir esinti yükselir, lavanta tarlalarının rüyasını taşırdı şehre. Kimi zaman da toprağın derinliklerinden, kadim bir dengbêjin mırıldandığı ağıt duyulurdu. Meryem, her notaya bir yüz, her yüze bir zaman eklerdi; böylece şarkıları, sadece melodiden ibaret olmaktan çıkar; bir belleğin tekrar uyanışı olurdu.

O, şehrin sırdaşıydı:
Geçmişin göçlerini, kaybolan eşyaların dokusunu, gecenin karanlığında saklanan masalları bilirdi. Ve her şarkıya bir damla umut katardı; çünkü umut, Amida’nın taşlarında saklı duran tek gerçek hazinedir. Bir gece, ay surların tam üstüne oturduğunda Meryem, elini burçların soğuk taşına koydu. O taş, binlerce parmak izini taşıyan bir hafızaydı.

“Her şehir bir kalp ise,” dedi usulca, “Amida’nın kalbi hem yukarıda hem aşağıda atar.”

Sonra şarkısına başladı.
Ses, önce surların kenarına sürtündü; sonra tünellerin karanlığına indi; ardından çarşıların uyuyan çınarlarına yaslandı. Gece boyunca şehir iki katmanıyla birlikte nefes aldı:
Yeryüzü ve yeraltı…
Şarkı ve sessizlik…
Geçmiş ve gelecek, iç içe geçti. Devasa bir bulut gibi yükseldi ve dalgalandı. Diyarbekir, bir Meryem sesiydi artık:

Ve Meryem’in sesi, Amida’nın zamanını yeniden ördü.
Şiir ile tarih, gölge ile ışık, ses ile hafıza aynı anda yürüdü.

Artuklu’dan kalan mozaiklerin gölgesinde, Amida Sarayı’nın avlularında dolaşan o son kraliçe… Surlara vuran hermancınık sesinde, Dicle’nin rüzgârı her yön değiştirdiğinde, kaderinin bir tünelin karanlığına doğru aktığını hissediyordu.Kuşatma giderek daralıyor, güvercinler tek tek kaleden uçup uzaklaşıyordu.

Çünkü Amida’da hiçbir kaçış yüzeyde olmazdı; şehrin gerçek yolları toprağın altındaydı. Bu tünellerin bir kısmı Dicle vadisine açılıyor, bir kısmı Harput tarafına yöneliyordu. Amida, iç kaleden dışarıya doğru gizemlerle doluydu, bu sırları saray erkânı bilirdi. Ancak bazı kaçış yollarından yalnızca Kraliçe haberdardı.

Keçi Burcu’ndaki Kapı: Taşın Nefes Aldığı Yer

Kuşatma giderek ağırlaşıyordu ve o gün geldiğinde, Keçi Burcu’nun kaburgaları çatlar gibi gıcırdıyor, zamanın sesi taşlara çarpıyordu. Meryem surların tepesinden Dicle’ye baktığında, şehrin son sabahını seyrettiğini biliyordu. Öyle bir sessizlik çökmüştü ki, kuşlar bile havada duruyormuş gibi görünüyordu. Bulut ve sis Hevsel bahçelerine çökmüştü. Bu kasvetli hava şehrin ruhunu da değiştirmişti.

Oysa Keçi Burcu’nun içinde yalnız sessizlik yoktu. Yüzyıllardır kral ve komutanların en zor anlarda kullandığı bir kapı vardı: Seyrantepe’ye uzanan, geniş bir caddeyi andıran yeraltı geçidi. Şehri boydan boya geçen bu yer altı yolları, Roma döneminden kalmaydı ve hâlâ muazzam şekilde kullanışlıydı, adeta ikinci bir şehir katmanıydı. Alt yollar boyunca, çeşmeler, kiler gibi küçük ambarlar vardı. Yer altında aylarca rahatlıkla kalınabilirdi. Soluk alan yeraltı şehrinin havalandırmaları ise oldukça iyi korunmuştu. Işık dolaylı şekilde kavisler çizerek buraya düşüyordu. 

Ve o ışık, sanki taşların içinden süzülmüş yüzyıllık bir sır gibi, her kıvrımda başka bir hikâyeye dönüşüyordu. Bu geçitlere giren herkes, daha ilk adımda fark ederdi: Burada zaman, yukarıdaki şehirden bağımsız akardı. Surların dışındaki gürültü, ticaretin koşuşturması, meydanlarda yankılanan sesler… Hepsi bir anda geride kalır; yeraltının soğuk ama dingin nefesi insanın yüzüne çarpar, taşların belleği konuşmaya başlardı.

Keçi Burcu’nun gölgesinin altına gizlenen o kapı, Amida’nın görünmeyen kalbini saklıyordu. Rivayete göre, Roma’dan Artuklulara, Akkoyunlulardan Osmanlılara kadar bütün hükümdarlar bu geçidi bilmiş, fakat sadece en karanlık gecelerde, en zor kararların verileceği anlarda kullanmıştı. Geçidin duvarlarına dokunanlar, taşların titreşiminden eski bir yürüyüşün adımlarını bile duyabilirdi: Panik halinde kaçan askerlerin hızlı nefesi, savaş kurullarının ağır adımları, kralların uğursuz sessizliği…

Alt şehrin genişlediği noktalarda küçük odacıklar açılırdı. Bu odalar, kimi zaman bir şarkıya, kimi zaman bir ekmek kırıntısına, kimi zaman bir tespihin taşına ev sahipliği yapmıştı. Savaşlardan saklanan çocukların sessiz duaları hâlâ duvarlarda çınlıyor gibiydi. Bir de kilerlerin nemli ama güvenli kokusu vardı; toprağın ve taşın kokusuyla karışmış bir “varlık” hissi… Adeta yeraltı da bir anneydi ve şehri zor zamanlarda kollarıyla sarıyordu.

Havalandırma bacalarına vuran ışık, geçitte kıvrılarak ilerler, kimi yerde taşların yüzeyine altın bir çizgi çizerdi. Sanki yeraltı kendi gün doğumunu kendi içinde yaratıyordu. Yukarıdaki gökyüzü görünmezdi belki, ama ışığın hatırlattığıbir şey vardı:
Şehir, kendisi dışında çizilen hiçbir plana asla tamamen teslim olmamıştı.

Meryem bazen bu geçitlere iner, her adımında yankılanan o eski ritmi dinlerdi. Saçlarına değen serinlik, ona kayıp anlatıcıların nefesini hatırlatır; taşların her biri, sanki unutulmuş bir masalın kapısı olurdu.

Burada, yerin katmanları arasında, Amida’nın gerçek yüzü belirirdi:
Üstte yaşayan şehir ile altta saklanan şehir birbirine dokunur; ses ile sessizlik, tarih ile rüya aynı çizgide buluşurdu.

Ve Meryem bilirdi:
Bir şehrin hikâyesi sadece görünenle değil, gizlenenle tamamlanır.
Amida’nın asıl şarkısı da işte bu yeraltı damarlarında dolaşırdı—
taşın içindeki hafıza gibi, yüzyıllarca susmuş ama hiç unutulmamış bir melodinin devamı… Gündüz ve gecenin kesiştiği yer, tarihin belki de sonsuzluğu…

Bu tünel yalnız şehirden kaçmak için değil, şehrin hafızasını savunmak için kazılmıştı. Diyarbakır’ın en büyük sırrıydı.Roma’dan kalma bu yollar, sütunlar, taş kabartmalar, süslemeler, tanrıça heykelleri, dua seremonileri, küçük kilerde saklanan tahıllar, bakırdan kaplar, adeta bir şehrin gizli hazinesiydi. Gümüş şamdanlar, güneş ışığını yansıtan mimari dehası mühendislik harikası dehlizler, kalaylanmış tabaklar hepsi bu gizli geçitlerin üzerindeydi işte. 

Daralı Meryem, kapının önünde durduğunda iki şey hissetti:

Bir şehrin ağırlığı omuzlarında, bir efsanenin karanlığa karışmaya hazır titreyişi, yeraltı dehlizlerinden geçecek olmanın dayanılmaz karışık duyguları. Bu kapı, geçmiş ve gelecek arasında duran bir yıldız geçidi gibiydi. 

Yeraltı: Gölgenin Arterleri

Tünele adım attığında, ardındaki kapı sessizce kapandı. O an Meryem, adeta bir gölgeye dönüşmüştü. Surların tepesinde şarkılar söyleyen o kadın gitmiş, yerin altındaki sırrın parçası olan başka bir varlığa dönüşmüştü. Tünelin duvarlarında meşalelerin ışıkları titriyor, taşlara yüzyıllık nefesler çiziyordu. Yol, birkaç adım sonra genişleyip bir caddenin karanlık bedenine büründü. Meryem, yeraltı şehrinin ona sunduğu o tuhaf, kadim sessizliğin ortasında durdu. Bi an her şeyi unuttu ve yer altı şehrinin büyüsüne kapıldı. Tumturaklı, sanatsal figürlerle dolu, 

Işık desenleri içinde bir atmosfer. Yer yer buhur ve lavanta kokuları serpiştirilmiş dar geçitler, melodik sesler…

Diyarbakır’ın yeraltı ağı işte böyleydi:
Fiskaya’dan Urfa Kapı’ya giden damar, suyun ve rüzgârın taşıdığı eski bir şarkıyı fısıldardı.
Mardin Kapı’dan Şemsilerin mabedine uzanan yol, toprak altındaki ritüellerin soluk izlerini taşırdı. Şemsilerin ilahileri, güneşle diyalogları, kutsal kitaplarından bölümler de işlenmişti buralara. 

Harput Kapı’dan kara bir geçitle Dicle yamaçlarına çıkan hat ise, savaşların ve kaçışların en ürpertici hikâyelerini saklardı.Kahramanların portreleri, şehrin koruyucu tanrı figürleri, bereket tanrıçalarının pelerinli kabartmaları da bu geçidin duvarlarında canlıydı.  

Şehir, taşın üstünde değil; taşın altında nefes alıyordu.
Ve Daralı Meryem, o nefesin tam ortasından yürüyordu.

Yeraltındaki her adımı, üstte kalan dünyanın unutmaya zorladığı bir hatırayı uyandırıyordu. Taşların arasına sıkışmış ince bir toz bulutu, eski bir kıssa gibi havalanıp gözlerinin önünde kıvrılıyordu. Bu tüneller yalnızca gizli yollar değildi; Amida’nın hafızasının kanallarıydı. Bir insan bedenindeki damarlar nasıl kanı taşıyorsa, bu geçitler de şehrin ruhunu bir uçtan diğerine taşıyordu.

Meryem, geniş caddenin ortasına geldiğinde durdu. Tavanı delen havalandırma bacalarından süzülen ışık, yeraltında kendi sahnesini kurmuş gibiydi. Işık bir noktaya vurunca, karanlık geri çekiliyor; taşların üzerinde, sanki geçmişten bir gölgenin yüz hatları beliriyordu. O anda Meryem, bir anlığına yalnız olduğunu sandı. Sonra tünelin derinliklerinden bir uğultu duydu.
Bir şarkının çok eski bir versiyonu…
Belki bir dengbêjin sesi, belki bir savaşçının vedası, belki de bu şehrin hiç yazılmamış masallarından birinin kayıp melodisi…

Meryem ellerini duvara koydu. Taş serin ve canlıydı. Sanki taşın içinden bir nabız atıyordu.
Bir şehir nabzı…

“Gölgenin arterleri,” diye fısıldadı.
“Amida, senin kalbin burada atıyor.”

Sonra yürümeye devam etti. Adımları uzadıkça tünel de genişledi, yol çoğaldı. Dar bir kapıdan bir meydan açıldı; meydanın ortasında, eski bir çeşmenin taş yalakları duruyordu. Hakikat suyu gibi sessiz, ama derin.

Meryem, çeşmenin yanına çömeldi. Parmaklarını taşın oyuklarına sürünce, suyun bir zamanlar nasıl aktığını hissetti: Savaş gecelerinde askerlerin susuzluğunu dindiren, kuşatma yıllarında kadınların ve çocukların dualarına karışan o suyun izi hâlâ oradaydı.

Yeraltı, bir şehrin sakladığı her şeydi:
Korkuları, umutları, kaçışları, yasları, direnişleri…

Ve Meryem anladı ki bu tüneller yalnızca bir kaçış yolu değil; Amida’nın hem gölgesi hem hafızasıydı. Bir kraliçe olarak yukarıdan şehri seyretmişti; ama şimdi şehrin en derin yerinden, onun atardamarlarından geçerek başka bir gerçeğini görüyordu.

O yürüdükçe, yeraltı şehri yavaşça canlanıyordu: Işık karanlıkla dans ediyor, duvarların gölgeleri kıpırdıyor, tüneller bir masalın koridorlarına dönüşüyordu. Ve Meryem, artık biliyordu: Bu şehri anlamak için surlara çıkmak yetmezdi. Taşların altındaki o derin, hiç durmayan kalp atışını duymak gerekirdi.

Amida’nın gerçeği, gölgenin arterlerinde saklıydı.

Şemsilerin Mabedine Giden Sesler

Tünelin bir noktasında, yer altından ince bir rüzgâr yükseldi. Bu rüzgârın, Şemsilerin kadim mabedinden geldiği söylenirdi; yüzyıllar boyunca rahiplerin ve bilginlerin bu yolları kullanarak yerin altından göğe doğru bir sessizlik taşıdığı anlatılırdı.
Meryem elini duvara koyduğunda taşın içinden hafif bir titreşim hissetti. Bu titreşim, bir vedanın dalgasıydı. Sanki şehir, onu sessizce omzundan tutup durdurmaya çalışıyor; sonra da onu bırakmak zorunda kaldığı için içten içe üzülüyordu.

Bu titreşim ona çocukluğunu hatırlattı: Saray avlularında koşuşturan küçük Meryem’i, sabah ışığının taşların üstüne düşerken yarattığı sıcak sarı çizgiyi, Dicle’nin kıyısında duyduğu ilk şarkıyı…
Ama bir kraliçe ardına bakmazdı. Bakarsa yıkılırdı. Taş artık onun yükünü değil, gölgesini taşıyacaktı.

Meryem Ana Kilisesi’nin Altında

Yürüyüşü saatler sürdü. Zaman, yeraltında başka türlü akıyordu; her adım bir anıyı uyandırıyor, her nefes geçmişin soluk yüzünü gösteriyordu.

Tünel bir noktada yukarı doğru kıvrıldı; tavan kemerleri genişledi, taşlar daha özenli işlenmiş bir dokuya büründü.
Meryem bunun, Meryem Ana Kilisesi ile Urfa Kapı arasındaki bölüm olduğuna emindi. Rivayetlere göre rahibeler, kimseye görünmeden bu yolu kullanır; kutsal metinleri, yasaklı defterleri ve sessiz duaları bu geçitlerden taşırdı.

Belki de onun adını taşıyan bu yol, kaderin ince bir oyunuydu. Belki de yüzyıllar boyunca bu tünelde yürüyen her kadın, bir gün bu geçidi Meryem’e bırakmak için sessizce hazırlık yapmıştı.

Tavandaki oyuklardan sızan hafif hava, yukarıdaki dünyanın hâlâ nefes aldığını hatırlatıyordu. Bu nefes, Meryem’in içine bir umut damlası bıraktı. Her gece suların altına batan bir yıldızın, sabah yine doğabileceğini hatırlatan bir umut…

Az sonra ayak sesleri geniş bir boşlukta yankılandı. Şehrin bir tarafına uzanan karanlık, önünde dev bir ağıt gibi açıldı.
Zindanların olduğu bölge… Yıllar önce kapatılmış olsa da hikâyeler kapanmamıştı; taşlar hâlâ bağırıyordu.

Meryem o zifiri karanlığı geçerken, bir an için tünel geçmişin bütün çığlıklarını duvarlarından süzdü ve ona bıraktı.
Korku değildi bu; daha çok bir emanet gibi. Sanki şehir, “Sen git, gerisini biz saklarız,” diyordu.

Harput Kapı’ya Varış: Bir Kraliçenin Sırra Kadem Basması

Yeraltı yolculuğu bittiğinde Meryem dar bir taş merdivene ulaştı. Merdiven uzun ve dikti; her basamak bir yüzyılı hatırlatıyor gibiydi. Yukarı çıktığında, şehrin yamacında, taşlarla örtülmüş gizli bir açıklığın kenarında durdu.

Gün ışığı yüzüne vurunca, o ışıkla birlikte omzunda taşıdığı şehir yavaşça geri çekildi.
Diyarbakır artık aşağıda, taşın ve tarihin koynundaydı. Ve o an Meryem bir şeyi acı bir kesinlikle anladı: Kaçış, kralların kaderinde özgürlük değil—siliniştir.

Çünkü bir kraliçe, yalnızca bir tahta değil; şehrin belleğine bağlıydı. Ve hafıza çok ağırdır.

Rivayet edilir ki, o gün Daralı Meryem şehirden uzaklaşırken:
Taşlara dokunmuş, Dicle’nin rüzgârını içine çekmiş, Surların siluetine son kez bakmış
ve sessizce fısıldamış:

“Beni göremeyeceksiniz… Ama ben bu taşlarda kalacağım.”

Kimileri der ki, o gün kuzeye doğru yürüdü ve bir daha kimse onu görmedi. Kimileri ise onun gecenin bir vakti tekrar tünellere döndüğünü, şehri yeraltından korumaya başladığını söyler.

Ama Diyarbakır halkının bildiği tek bir gerçek var:
O gün bir kraliçe kaybolmadı—
Amida’nın en büyük efsanelerinden biri doğdu.

Ve her gece Keçi Burcu’nun gölgesi şehre düştüğünde, rüzgârın bir kıvrımında Meryem’in sesi hâlâ duyulur:
Bir şehrin taşlara kazınmış, sönmeyen kalp atışı gibi…

Ferman Salmış

Yorum yapabilmek için lütfen sitemizden üye girişi yapınız!
Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.