Zaman, kimileyin şehirlerin hafızasında şarkılar bırakır; o şarkılar her söylendiğinde bir tarih kendini hatırlatır. Diyarbakır’ın taşlarında zaman hep aynı ritimde atar: ağır, sabırlı, sarsılmaz. Ve bu ritmin en eski yankısı İçkale’nin içindeki o kadim tepenin — Amida Höyüğü’nün — rüzgârında duyulur. Surların gölgesinde yükselen Amida Sarayı, bir kraliyet mekânı olduğu kadar; aynı zamanda bir uygarlık belleğinin, bir şehrin sonsuz hafızasının taşlara işlenmiş biçimidir. Bu sarayın duvarlarına dokunan her el, binlerce yılın suskunluğunu, dönemlerin çatallanan hikâyelerini hisseder.
Bu hikâyelerin en kırılgan, en hüzünlü olanı ise Daralı Meryem’in hikâyesidir. Diyarbakır’ın “son kraliçesi”, Dara kralının yeğeni, siyah bazalt duvarlara işlenmiş bir zarafet çizgisi gibi şehirde dolaşan bir hatıradır o. Ne tam olarak tarihin kesin satırlarında yer alır, ne de tamamen masalların buğulu perdesine aittir. Onun hikâyesi, Diyarbakır’ın hafızası gibi hem gerçektir hem gölgeli; hem dokunulabilir hem sisli.
Diyarbakır’ın yazgısı her zaman taşın altında saklıdır. Surlar, göğe yükselen bir iradenin ifadesiyse, yeraltı tünelleri de şehrin fısıltılarının tutulduğu gizli bir bellektir. Ve bu belleğin en derin odasında, yüzyıllardır yankılanan tek bir hikâye vardır: Daralı Meryem’in kaçışı.
Amida Sarayı’nın Gölgesinde Büyüyen Kraliçe
Yılın hangi mevsiminde doğduğunu kimse bilmez Meryem’in. Fakat anlatılar der ki: Amida Sarayı’nın avlularında dolaşan ilk ışık, günün sabahına değil; onun yüzüne vurmuştu. Güneş ve Dicleye yazılı bir kaderi vardı. Mozaiklerdeki çiçek desenleri gibi narin, Artuklu ustalarının yaptığı geometriler kadar düzenli bir zihinle yetiştirilmişti. Kendisine “Daralı Meryem” denmesi boşuna değildi; Dârâ’nın kızıl taşlı kalelerinin kültürünü, uçsuz bucaksız ovanın ışıklarınıDiyarbakır’ın siyah taş diline taşıyan bir halkaydı o.Gülümseyişin ve ağlayışın tarihi gibi; gökkuşağını beline dolayan bu şehrin hep bir gizemi vardır tarihte. Âdem’den emanet hatırlarla hâlâ büyümeye devam ediyor…
Sarayın kuzeye bakan terasında, güneş Dicle’nin sularına vurmadan önce uyanır; her sabah şehrin üzerine çöken o kadim sessizliği dinlermiş. Çünkü ona göre kralların, kraliçelerin gerçek dili buydu: Sessizlik. Sessizliğin içinden şehrin nabzını duyar, halkın sıkıntılarını, pazar yerinin şen gürültüsünü, sur kapılarından içeri giren kervanların uğultusunu… Meryem hiç konuşmasa bile şehir onunla konuşurdu. Şehir bütün dilleriyle konuşurdu, Babil Kulesinden kalma bir edayla. Diller bahçesi Diyarbekir, gönüllerin de bahçesiydi.
Kalenin Kaderi: Zamanın Çatladığı Yer
O gün yaklaştığında Diyarbakır’ın taşlarında bir acelecilik vardı. Kuşatma başlamadan önce, rüzgâr bile farklı esmeye başlamıştı sanki. Meryem, şehrin kadınlarıyla birlikte Amida Sarayı’nın üst avlusunda nöbet tutar gibi dolaşırken, içindeki sarsılmaz bağlılık gözlerinden okunuyordu. Bu şehir tarih boyunca büyük kuşatmalar görmüştü, ama hep kendi gölgesini korumuş, belleğini hatırlatmıştı. Şehrin üzerinde gizemli bir gücün kanatları vardı ve şehrin koruyucusuydu rivayetlere göre.
O günlerde herkes bir kahraman beklemişti; o ise yalnızca şehri anlamaya çalışıyordu. Çünkü bir kraliçe için savaşın en ağır yükü, kayıplar değil; şehri koruma sorumluluğuydu.Herkesin bu şehre dair hayalleri vardı, her gelen şehre kendi gümüş yüzüğünü takmak istiyordu, saçlarını taramak istiyordu Hevsel’in. Ayrıca şehir bilgeydi, tecrübeliydi, heybetliydi, cesurdu… Nice çağları, zamanın en kırılgan tarihine tanıklık yapmıştı, ama hep ayaktaydı ve buradaydı işte.
Meryem surlara çıkıp Dicle’yi seyrettiğinde, kendi kaderinin de o nehir gibi aktığını anlardı: Bazen geniş, bazen dar; bazen berrak, bazen bulanık… Ama hep akmak zorunda.Güvercinler, cümle kuşlar hep bu şehrin üstünde uçmayı bir ayinle ilgili olarak tekrarlardı.
Kalenin kapıları açıldığında, Amida Sarayı’nın kapıları zorlandığında, sarayın mozaik avlusu Meryem’in çıplak ayak seslerini duydu. Rivayet edilir ki o gece Meryem, sarayın en yüksek penceresinden şehri seyrederken şöyle demiş:
“Taşın kalbi varsa bu şehrin kalbi en çok Karacadağ’dır,taştır; benimki de onunla birlikte çarpar.” Burada taşlar canlıdır ve nefes alış verişlerini duyarsınız.
Bir Kraliçenin Kayboluşu
Fetih tamamlandığında halk şehre yeniden baktı. Gözleri saraya baktı. Fakat asıl kayıp, gürültünün durduğu o ilk anda yaşandı: Daralı Meryem ortadan kayboldu, sır oldu. Şehrin sakinleri, onun için efsaneler derlediler, şarkılar ağırladılar.
Kimi rivayet der ki, sarayın kuzeybatı odalarından birine çekildi; kimine göreyse Dicle’nin sularına karışıp şehri oradan korumaya devam etti. Bazıları ise onun İçkale’nin tünellerinden doğuya doğru yürüyerek kaybolduğunu anlatır.
Kraliçenin kayboluşu, bir gizemin, korunmanın işareti gibiydi. Çünkü şehir kaybedilse bile hafıza kaybedilmez. Meryem’in kayboluşunu kabul etmeyen Diyarbakırlılar, onu bir “koruyucu ruh” gibi yaşamaya devam etti. Sur diplerinde rüzgâr hışırdadığında, Amida Sarayı’nın avlularında yalnız bir ayak sesi duyulduğunda, insanların aklına hep o geldi: Şehrin son kraliçesi. Birçok kültür, birçok renk, birçok şarkı birbirine karıştı o günden sonra, bu şehir senfonisi o günden bu yana herkes için çalar; her dilin masalını anlatır. Dinler, inançlar, mezhepler hep yan yana yaşadılar, mabetleri, ibadethaneleri hep yan yana oldu. İlahi sesleri bir birine karıştı bütün zamanlarda.
Ferman Salmış