Şehirler, insanlar gibidir; saçlarınız ağardığında bir şehirle akraba olduğunuzu anlarsınız. Ondan söz ettikçe, kendinize yönelirsiniz, duygularınız sokağın sesine karışır. Şehri taşlarından öpersiniz, ağaçlar gururlanır. Şairleri hatırlarsınız; onlar sizi en iyi anlayanlardır çünkü. Ahmed Arif, Cahit Sıtkı Tarancı, Sezai Karakoç, Yılmaz Odabaşı ve daha nicelerinin dizeleri ile gezersiniz. ‘Ne Diyarbekir anladı beni, ne de sen; oysa ne çok sevdim ikinizi bir bilsen…’ Bazen, sevdanın ve yüreğin grameri devreye girer, iki yakası bir araya gelmeyen hasret, surların burçlarına konar. Bir de güvercinler, kuşbazlar ve çocuklar, zamana set çekerek konuşurlar.
Sonbahar, Diyarbakır’ın taşlarına hep başka bir ışıkla dokunur. Kalenin gölgesine düşen her sarı yaprak, bir anıya dönüşür burada. Sur’un duvarları boyunca yürürken, sanki taşlar soluk alır; her biri, binlerce yılın tanığı gibi konuşur sessizce. Zaman, bu şehirde bir takvim değil, bir yankıdır. İnsan, yürürken bile geçmişin nabzını duyar; her sokak bir hatırlamadır, her köşe bir dua gibi durur. Mabetlerin önünden geçerken ilahi tınılar duyarsınız, huzur arayan zamanın sesidir bu.
Hevsel Bahçeleri, şehrin kalbinde açılmış bir zaman kapısıdır. Sonbahar burada renkler harmonisidir; kokudur, sessizliktir, toprakla yapılan eski bir anlaşmadır. Dicle’den gelen serinlik, toprağın yorgunluğunu alır. Gökyüzü bazen mor, bazen bakır rengine bürünür; rüzgâr, incir ağaçlarının yapraklarını savururken dengbêjlerin unutulmuş ezgilerini taşır. O seslerde hem aşkın hem göçün hem de kaybın dili vardır. Her melodi, insanın içindeki zamanla konuşur. Kavaklar, asidir ve diktir, masmavi gökyüzüyle bir bir seremoni oluştururlar. Arada, surlara bakmak istersiniz, Hevsel’de yürürken.
Kale taşlarının yüzeyine dokunursanız, parmak uçlarınızda bir yankı hissedersiniz. Çünkü Diyarbakır taşının bir dili vardır—Aramicedir, Kürtçedir, Türkçedir bu dil; ancak en çok zamanın dilidir; suskunluğun işlenmiş halidir. Her taş, yüzyılların hafızasını taşır; kimini ateş, kimini dua yoğurmuştur. Geceleri rüzgâr, bu taşların arasından geçerken eski çağların nefesini getirir. O an, insan bilir ki Diyarbakır’da zaman, sadece geçmez — orada kalır, taş olur, yankı olur, bazen de şarkı olur, kılam olur; onu bir dengbej söyler en dokunaklı haliyle…
Balıkçılarbaşı’nda sabahın ilk ışığı suya vurduğunda, bir sessizlik belirir Anzele’de. . Suyun yüzünde yavaşça açılan halkalar, sanki şehrin yorgun nefesidir. Balıkçılar ağlarını atarken Dicle’ye, şehrin üzerinde hafif bir hüzün dolaşır; çünkü burada sabahlar bile geçmişin gölgesinden doğar. Her balık, her su sesi, bin yıllık bir hikâyenin küçük bir parçasıdır.
Amida Höyüğü ise kentin nabzını saklayan derin bir hatıradır. Kazıldıkça açığa çıkan her katman, bir hayatın, bir inancın, bir aşkın izi gibidir. Orada bulunan her parça, zamanın insanla kurduğu eski bir sözleşmeyi hatırlatır: “Hiçbir şey kaybolmaz, yalnızca şekil değiştirir.” İrfan Hoca’nın sesini işitirsiniz; eski hikâyelerden bahseder. Şehre, tarihe olan tutkusu gözlerindeki hüzne yansır.
Ve dengbêjler... Onlar, Diyarbakır’ın sesiyle zamanı birbirine bağlayan son anlatıcılardır. Sesleriyle dağları, aşkları, kaybolmuş halkları çağırırlar. Sözleri bazen bir anne ninnisi kadar yumuşak, bazen bir ağıt kadar derindir. Her hece, bir taşın kalbine düşen damla gibidir. Ellerini kulaklarına götürüp, avazları ile bir dünyayı yeniden kurarlar. Aşk kanatlanır seslerinden, süzülür Keçi Burcundan Dicle Vadisine.
Sonbaharın akşamlarında, kalenin tepesinden baktığınızda Hevsel’e doğru uzanan o altın çizgiyi görürsünüz — güneşin yavaşça çekildiği o an, Diyarbakır’da zamanın en şiirli hâlidir. Güneş, surlara yaslanır, gölgeler uzar, taşların dili çözülür. O an, bir dengbêjin sesi duyulur uzaktan:
“Zaman geçmez, insan geçer gölgelerinden kervanların...”‘Turnalar, bizden bir selam götürün uzaklara, pencereler özlemiştir yüzümüzü…’
Belki de Diyarbakır’ın sırrı budur: Geçen biziz, taşlar kalır.
Ve her sonbaharda, şehir yeniden hatırlar — kendini, sesini, zamanın yavaşlığını. Bir pencere önünde bekleyip, uzaklara bakarak, bir süre şehrin ve zamanın evinde kalmaktır.
Ferman Salmış